Sorumsuzca bol keseden verilen maden arama izinleri sonucu daralan ekim alanları ve son yıllarda denizlerimizi tehdit eden müsilaj belası halkın beslenme-gıda zincirine büyük darbe vurdu. Buna son haftalarda zirai don sonucu onlarca ildeki ağaçlarda sürgün-meyve kaybını da eklersek halkı yazları biraz olsun rahatlatan ürün bolluğundan da fayda yok gibi görünüyor.
Madencilik faaliyetlerine iznin bölgedeki geçim kaynakları ve tarımsal verimliliğe bakmadan bol keseden verilmesi tarım kadar yerleşim yerleri ve yöre halkı üzerinde de olumsuz etkiler yapıyor. Ülke ve yöre insanının ekonomisine cücük kadarcık katkısı da cabası. Uzun dönemde doğal çevreyi olumsuz dönüştürmesi ve göçleri getirmesi de ovp ve uzun vadeli olası etkiler. İliç faciasında ve batıdaki birçok ihalede adı geçen Kanadalı dostlarımız kendi ülkelerinde böyle şeylere yeltenseler hukukları da izin vermez, hadi diyelim ki verdi, boşluklardan yararlandılar, o yörenin halkı önlerine katıp kovalar bunları. Bizde de var sözde ÇED raporu vs. Da uyan kim? Ne demişler? Yasa değildir önemli olan, onun uygulanabilmesidir. Hadi izni kopardılar diyelim. Yok mu bunun bir çıkar yolu, yok mudur bir çekandkontrol edecek insanevladı bir kuruluş? Bilimsel verilere dayalı, yöre halkının ve geniş şemsiyeli sektör temsilcilerinin, partisine bakılmadan katılımıyla alınacak kararlar bunlar. Ama bu cephede karnemiz ikinci donemle düzeltilemeyecek ölçüde bozuk. Heyhaat, yaprak dökümünde halkın sofrası önemli bir yara almıştır.
Eskişehir topraklarının yüzde 71'ine maden arama ruhsatı verilmiş. Bunlara ÇED olumlu raporu da verilmiş. Hukuki itirazlar sürmekle birlikte arama faaliyetlerine ormanda yer açarak döke saça devam ediliyor. Söylenene göre Alpagut bölgesinde 716 futbol sahası büyüklüğündeki bir alanda arama faaliyetleri sürüyor. Tehlikedeki toplam alanın ise kabaca 2500 futbol sahasına denk geldiğinden söz ediliyor.
Yukarı paragraftaki karasal sıkışıklığımızdı. Şimdi bakalım denizler ve oşinografik durum ne. Bizi ırgalayan yönü estetik, ethic ve estek - köstek yanı değil. Biz halkız, somunumuz ufaldı mı soframızda, yeniden doğar mıyız ölümlerde, bilemiyorum. Mevsiminde hamsi, boğaza inende palamutla istavritte gözümüz. Barbun, grida, kalkan, havyar bize uzak. Marmara Denizindeki müsilaj, doğal yaşamı ve av balıkları dışındaki türleri de tehdit eder hâl aldi. Egeye de yayılma tehlikesi, balıkçılığı geçtik, turizmi de baltalayabilir. Koyun adı mavi bayraktan sümük körfezine dönmeyegörsün. Geri dönüştürebilene, temize çıkarabilene aşkolsun! Plansız kentleşme, ne yatırım yapsan yetmeyecek devlikte hızlı büyüyen kentler ve biz Halikarnasusta mehtaba çıkardık yavaşlığındaki balıkçı kasabalarından boncuk ödemeli beton tatil köylerine dönmüş yaz kalabalıklarının her tür atıkları, sanayi atıklarının en yakın derelere akıtılması sonucu rengi koyulan, suluktan çıkıp koyulan akıntıların denize kavuştuğu yörelerde kirlilik giderek artmakta. Yoksa eğer bir planlaman, geleceğe matuf kaygıların ve beklentilerin, öngörüden yoksunsan, ufak yan gelirlerdeyse gözü büyük küçük memurların, yanmışız biz. Üç tarafı denizle çevrili olmak yetmiyor demek. Yüzde 15 lik kesim donmuş Norveç somonu ve uskumrusuna devam ederken, bizim sofrada hamsiyi taneyle yer hâle geleceğimizin resmidir. Bu da meselenin deniz seyrografi ve oşinografi cephesiydi. Durum, gördüğünüz gibi, pek iç açıcı değil.
Müsilaja, deniz salyası da deniyor. Küresel ısınmayla zaten tam anlamıyla açık deniz olmayan Marmara'da 2007den bu yana ara ara müsilaj ya da özellikle kıyılarda deniz renginin değiştiği haberleri basında çıkardı. Son birkaç yıldır ise denize akıtılan deşarj miktarının artışı ve özellikle azot-fosforlu gübrelerin denetimsiz, ölçüsüz kullanımıyla denize ulaşması sonucu kirliliğin bölgede doğal yaşamı tehdit eder hâle geldiği gözleniyor.
Meyve-sebze üretimindeki don nedenli kayıplara gelince. Yine plansız, denetimsiz ve yol göstericilikten yoksunluğun getirdiği, neyi ne kadar üretip nereye satacağını bilememe var zaten çoğu üreticinin başında. İçgüdüsel yönelimle geçen yıl iyi para etti lenn dürtüklemesiyle hurraa silme tek ürün patitise ağırlık veren bir rençber kesimimiz var. Tarımsal üretici birliklerinin kanadı altında tohumluk, satış organizasyonları gibi hizmetlerden yoksunsa köylümüz, okyanus adasındaki Cumadan farksızdır durumu. Hele bir de Doğa hazretleri tokat atmayagörsün, kışa girene tarla satanlar, traktörünü satanlar, süt ineğini kesime verenler sıraya girer. Hani nasıl, ortadirek kayboldu deniyor ya, tarım kesiminde de mülkiyetin el değiştirmesi, sermayedarın eline geçme süreci böyle başlasa gerek. Tek başına kalmış üreticinin donu savması için yazının ortasında soba yakmasıyla, sigortacıların binbir kahpe oyunuyla verecekleri üç kuruş tazminat, üreticinin zararını kesmez. Yani, yanisi şu: Varan üç, Doğa da oyun ettiyse o sezon, soframız iyiden iyiye fakirleşecektir. Yaprak dökümünde bir yaprak daha eksildi.
TZOB yetkilileri son zirai don olayını şöyle değerlendiriyor:“İklim değişikliğinin de etkisiyle doğal afetlerin sayısı yıldan yıla artıyor. 2014 yılında 500 olan doğal afet sayısı 2024 yılında 1257’ye çıktı. Doğal afetlerin yalnızca sayısında değil şiddetinde de artış gözlemliyoruz. Yaşadığımız don olayı 4 gün sürdü ve halen daha don riski devam eden yerler var."
Ey yükselen yeni nesil, Cumhuriyetin zorluklar içinde nasıl kurulduğunu hepiniz biliyorsunuz. Ürünleriyle, yetiştirdikleriyle kendini besleyen, kendine yeten 7 dünya ülkesinden biriydik. Şimdiyse kavanozların dibindeki kırıntılara kaldık. Karada, denizde ve havada gıda-beslenme darına düştük. Yapmak zorlu, meşakkatli bir süreçtir, yıkmaksa ağustosböceğine benzer.
Hani bunun ilk müsebbibini düşünecek olursak, görünürde kaybettirenlerin eşit payı var. Tarım arazilerini, verimli ovaları, zeytinlikleri, kuzeyin derelerini sürüp atan, taş ocakçıya, elin yabancısına, HES santralcisine peşkeş çekenleri bir hatırlayalım. Kış, fıtratı gereği kışlığını yapacaktır... Ama geldiğimiz bu sonuçta örgütlü mücadeleden koparılan ya da uzak kalan, siyasete küsen kitlelerin, yani bizlerin de payı var. Asılmalıydık... Sonuçta anakarada gıda-beslenme nafakamız daraldı.
Denizlerimizdeki müsilajda da Doğa gözümüzün yaşına bakmadı. Onyıllarca sorumsuz gaz salınımıyla vurursan Doğaya, onunla ilgilenmezsen olacağı budur. Hadi bu olayda da Doğayla bizlerin suç payı fifti fifti diyelim.
Son zirai don olayında ise 36 ilin tarım alanlarındaki sürgün-meyve kaybında Doğa, sanki siz müstahaksınız gibi düşünerek kıçımıza tekmeyi basmış görünüyor.
Hayati, geleceğimizi fena hâlde etkileyecek bir dönüm noktasındayız. Neredeeen nerelere geldik. Dank edip iyi yola gireceksek bunun ilk adımının bizim bu duruma niye düştüğümüz, ya da bizi bu duruma kimlerin getirdiği üzerinde daha analitik düşünme ve asli müsebbiplerin adını koymaktan geçtiğini söyleyelim.
İşte, siyanürle müsilajın arasında kalanların ol hikâyesi böyledir. Araya sıkıştık, naçar kaldık ey halkım, unutma bizi!